banner488

Alın Teri ve 1 Mayıs Üzerine...

1453 yılında İstanbul’un fethinin ardından, uygarlık tarihi açısından büyük bir dönüşüm yaşanmaya başlanmıştır. Bu dönüşüm, bugünkü toplumun ruhunda da var olan ve büyük ihtimalle de uzun yıllar o ruhtan ayrılmayacak bir yapıtaşıdır. Osmanlı Devleti’nin kazandığı mutlak zafer sonrası süreçte Avrupa kavimleri ticaretlerini ilerletebilmek, gelirlerini koruyabilmek ve doğudaki doğuya ulaşabilmek için farklı yollar aramaya girişmişlerdir. 16. yüzyılın sonlarına doğru yeni yollar bulunması için gerçekleştirdikleri seferler çerçevesinde Ümit Burnu’nun keşfedilerek Hindistan’a yeni bir rotanın oluşturulması, Amerika kıtasının varlığının fark edilmesi üzerine, var olan toplumsal yapıda da değişiklikler meydana gelmiştir.

16. yüzyıl öncesi Avrupası, feodal bey olarak adlandırılan ve kendi sınırları içerisindeki hemen her şeyden sorumlu olan lord/asil aristokratın hüküm sürdüğü bir coğrafyadır. Mevcudiyette kral olarak adlandırılan bir aristokrat bulunsa da bu kişi hüküm açısından diğer aristokratlardan farklı değildir. Toprağının büyüklüğü ve alt katmanlarla yaptığı sözleşmeler uyarınca yalnızca diğerlerine nazaran daha önde gözükmektedir. Bu ortamda ‘cesur denizciler’ yeni coğrafyaları keşfe çıkmakta ve dünya zenginliklerinin, kıtaya akması için denemelerde bulunmaktadır. Bu dönemdeki toplumsal yapı içerisinde kendilerine henüz yer edinememiş olan denizciler, ilerleyen süreçlerde mevcut düzenin yıkılmasında önemli rol oynamışlardır. Yaptıkları seferlerden elde ettikleri gelirlerle Avrupa’ya dönenler, aristokrasi içerisine kendilerini yerleştirebilmek için toprak satın almış ve unvanlar elde etmişlerdir. Kralı maddi anlamda destekleyerek kendilerine siyasi bir çevre edinme yoluna giden bu grup, kralın güçlenerek diğer aristokrat sınıf üzerinde tahakküm oluşturmasına da imkân vermiştir.

Yeni yolların keşfi, pazarların artması doğal olarak talebin de artmasına yol açmış ve arzda da genişleme ihtiyacı doğmuştur. Her dönemde olduğu gibi içtimai zorunluluk teknolojik gelişmeyi de beraberinde getirmiş ve üretim kapasitesinin artırılması için yeni araçlar meydana gelmiştir. Bu yeni üretim tarzı buharın kullanılması, küçük loncaların yerini sanayi kollarının almasını beraberinde getirmiş, ihtisaslaşmış üretim tesislerinin oluştuğu yeni bir model ortaya çıkmıştır. Bu model yalnızca üretim yapısını değiştirmekle kalmamış, sosyolojik değişikliklere yol açmıştır. Kırsalda giderek fakirleşen ve üretimi kapasitesine bağlı olarak geliri azalan insanlar kentlere göçmeye başlamış, Sanayi Devrimi olarak adlandırılan gelişmenin ilk adımlarını atmışlardır. Kırdan kente gelen bu kesim toprağı olmayan köylüler olarak, ‘alın terinden başka satacak hiçbir şeyi olmayan bir sınıf’ oluşturmuşlardır. Yeni dönemin, en acımasız şartları altında çalıştırılan bu kesim başlarda hayatta kalabilmek uğruna zorlukların pek çoğuna göğüs germiştir. Ancak giderek ağırlaşan şartlar ve değişen düşünsel arka planla birlikte 19. yüzyıl büyük olaylara sahne olmuştur.

1789’da özgürlük, eşitlik ve kardeşlik naralarıyla Bastille Kalesi’ne girenler, henüz 10. yıla giren devrimlerini bir İmparatora teslim etmişlerdir. Napolyon Savaşları olarak adlandırılan 19. yüzyılın ilk 15 senesi, Waterloo yakınlarında akamete uğratılmıştır. Milliyetçilik fikirlerinin, savaşlar aracılığıyla toplumlara nakşedildiği bu dönem, Şansölye Metternich’in Viyana’sında son bulmuştur. En azından o dönem için son bulduğu düşünülmüştür. Avrupa’da bir tür dengenin yaratılmaya çalışıldığı bu dönemde istenen şey, statükoyu korumak ve muhtemel patlamaların önüne geçmektir. Ancak bu durağan durum çok sürmeyecektir.

19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, toplumsal yapı ve teknoloji itibariyle Endüstri Devrimi olarak adlandırılan dönem önemli bir safhaya gelmiş durumdadır. Ancak bunun bedeli, kırsaldaki kesimin açlığı ve gününün yarısından fazlasını çalışarak geçiren işçiler olmuştur. Locke, Hobbes gibi Aydınlanmacı düşünürlerin temelini oluşturduğu yeni toplumsal yapıda iktisadi yapı ile hukuki yapı birbirlerini destekleyen iki kolon gibidirler. Bu yapının sağlamlığı mülkiyet hakkının iyi tesis edilmesine bağlıdır. Bu çerçeveden hareketle de 19. yüzyıl boyunca en fazla tartışılan konu mülkiyet hakkı olmuştur.

Giderek ağırlaşan şartların olduğu bir dönemde Marx-Engels ikilisinin kaleme aldığı eser, Avrupa genelinde pek çok kesimde karşılığını bulmuş ve 1848 senesinde, hak talebiyle isyanlara neden olmuştur. Pek çoğu birbirinden bağımsız gelişen bu hareketler, Avrupa’nın Anayasallaşma tarihinde önemli bir yere sahiptir. İşçilerin hak alanlarının giderek genişlediği bu dönem Karel Vasak tarafından ikinci kuşak haklar olarak adlandırılan sosyal ve ekonomik hakların geliştiği ve serpildiği dönemdir. Yüzyılın sonuna doğru yani 19. yüzyılın son çeyreğinde Paris Kongresi’nde alınan bir kararla da ‘1 Mayıs’ ortak bir bayram olarak belirlenmiştir.

Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne doğru akan nehirde ise mevcut üretim yapısı nedeniyle işçi hareketlerine pek rastlanmamaktadır. 1 Mayıs 1923 yılında resmî tatil kabul edilse de ilk kutlamalar bunun yaklaşık 10 yıl öncesinde tekabül etmektedir. Takrir-i Sükun Yasasının çıkmasıyla birlikte kutlamalara müsaade edilmemiş ve 1935’te bayramın içeriği değiştirilerek tatil kabul edilmiştir. Aradan geçen 80 yıllık süreçte pek çok değişikliğe uğrayan bayram nihayet 2008 yılında 1 Mayıs ‘Emek ve Dayanışma Günü’ olarak kabul edilmiş, 2009’da da tekrar resmî tatil olarak ilan edilmiştir.

Cumhuriyet tarihi ve işçiler açısından en önemli gelişmelerden birisi 1923 yılında İzmir’de yaşanmıştır. İki Lozan Görüşmesi arasında gerçekleştirilen İzmir İktisat Kongresi’ne davet edilen dört gruptan birisi olan işçiler, taleplerini iletmişlerdir. Peyderpey bu talepler yerine getirilmeye çalışılmış olsa da pek çoğu eksik kalmıştır. 1919’da kurulan Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) 1932 yılında üye olan Türkiye, işçi haklarına ilişkin düzenlemeleri ilerleyen yıllarda hayata geçirmiş, mevcut yapıyı daha iyi bir hale getirmek için çaba sarf etmiştir. Yasal pek çok düzenleme hayata geçirilmiş olsa da bu yasal düzenlemelerde yer alan haklardan işçiler haberdar değildir. Hem OECD hem de Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun raporları da ne yazık ki Türkiye hakkında olumsuz gözükmektedir. Her şeye rağmen sendikalaşma oranının 6 yılda %9,21’den %13,89’a çıkması umut verici olsa da Türkiye’nin alması gereken çok yol bulunmaktadır.

1 Mayıs işçinin, emekçinin, alın teri döken kadın-erkek, genç-yaşlı, kısa-uzun, siyah-beyaz her renkten, tenden insanın bayramıdır. Dünyada hiçbir bayram yoktur ki onun için savaşmış, gayret etmiş ve başarmış insanlar olmasın... Salgının ekonomik ve toplumsal pek çok dengeyi değiştirdiği bu günlerde her ne kadar kutlamalar ve anmalar sessiz ve soğuk olsa da inanıyorum ki bir gün tüm toplumumuz tam manasıyla hak ettiği değere ulaşacak ve daha güzel hedeflere doğru koşacaktır.

Yorum yapabilmek için üye girişi yapmanız gerekmektedir.

Üye değilseniz hemen üye olun veya giriş yapın.

banner472