banner488

ADD Aydın Şubesi, Devrim Yasalarının 91. Yıldönümünde Bombaladı

Devrim Yasalarına Karşı Olmak, Cumhuriyete, Çağdaşlığa, Laikliğe, Atatürk’e Karşı Olmaktır”.

ADD Aydın Şubesi, Devrim Yasalarının 91. Yıldönümünde Bombaladı

ADD Aydın Şubesinde Devrim Yasalarının 91. Yıldönümü nedeniyle 3 Mart 2015 Salı günü dernek binasında bir basın açıklaması gerçekleştirilmiştir. ADD Aydın Şube Başkanı Günver Güneş devrim yasalarının önemine dair yaptığı kısa giriş konuşmasında Karşı Devrimin “Laik Cumhuriyeti” yıkmaya çalıştığını bu çerçevede siyasi söylemeler geliştirerek adımlar atılmakta olduğunu Atatürkçülerin tüm güçleriyle Laik Cumhuriyeti korumak savunmak amacıyla mücadele edeceğini dile getirmiştir. Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Aydın Şube Başkanı Yusuf Büyükçoban, ile ADD Aydın Şubesi Yönetim Kurulu üyeleri ve çok sayıda üyesinin hazır bulunduğu toplantıda, Hiçbir milletvekili aday aday adayı bulunmamış,  Dernek adına basın açıklaması ADD Aydın Şubesi Genel Merkez Delegesi Kamil Koşaner tarafından yapılmıştır.      

Değerli Atatürkçüler, Basınımızın değerli temsilcileri,

Dünya üzerinde büyük ‘devrim’ler sayılan uygarlık projeleri  ‘büyük düşünceler’ üzerine oturur. Her devrim hareketi de güç birikimi yaparak kendisini daha ileriye fırlatacak sıçramalar yaratır. İşte 3 Mart 1924, Türk Devrimi için bir dönüm noktası, Türk Devrimi’nin kurumlaşması için üçüncü bir sıçrama noktası olmuştur. 3 Mart, Kurtuluş Savaşı Zaferi ve Cumhuriyet’in ilanı Türk Devrimi’nin kurumsallaşmasının, yüzyıllardır karanlıklar içinde bırakılan Türk toplumunun çağdaşlaşmasının önünü açacak, uluslaşmasını hızlandıracak ‘Laiklik Yasaları’ olarak adlandırılan Devrim Yasaları’nın kabul edilişinin 91. yılıdır.

Türk Devrimi’nin önderleri, devlet ve toplum laikleşmedikçe ne özgürlüğün, ne de ulusal bağımsızlığın elde edilemeyeceğini diğer ülkelerde yaşanan devrimlerden biliyorlardı. Türk toplumunu zincirlerle gericiliğe bağlayan bilgisizliğin ve bilinçsizliğin olabildiğince hızla yok edilmesi gerekiyordu.

Türk toplumunu geriye bağlayan en belirgin kurumlar Eğitim Bakanlığı, Okullar, Hilafet Kurumu, Evkaf ve Şeriye Bakanlığı idi.

Osmanlı İmparatorluğunda eğitim, devletin işlerini yürütecek ‘devşirmeler’in yetiştirildiği okullar dışında bir ‘hayır’ işi olarak görülmüş ve toplumun vicdanına terk edilmişti. Son dönemlerde padişahlar, yöneticiler batı karşısında bütünüyle ezilmemek amacıyla batılı anlamda okullar açılmış, ancak din adamlarını ve halkı karşılarına almamak için varlığını ‘vakıflar’ aracılığıyla sürdüren ‘medreseler’e ve azınlıkların okullarına dokunmamışlardı. Bu üç ayrı kurum ne ulusal ne toplumsal ne de bilimsel görüş ve düşünceleri uzlaşamayan üç tür insan yetiştiriyordu. Eğitimdeki bu çok başlılık, disiplinsizlik, sistemsizlik, İmparatorluğun çöküşünün en önemli nedenlerinden biri olmuştur.

3 Mart 1924’te kabul edilen Tevhid-i Tedrisatın Birleştirilmesi (Eğitim ve Öğretimin birleştirilmesi) yasasıyla her tür öğretim kurumu Maarif Vekaletinin bünyesinde toplandı. Okulların müfredatı çağın ve ulusun gereklerine göre yeniden yapılandırıldı. Eğitimde dinin ağırlığı bilime kaydırıldı. Din dersleri önce sayı olarak azaltıldı, sonra seçmeli hale getirildi. Toplumun dini isterlerini yerine getirmek üzere İmam-Hatip Okulları ve bir İlahiyat Fakültesi açıldı.

Halifelik, Cumhuriyetin ilanı ile tescillenmiş olan ‘halkın mutlak iradesinin TBMM’de oluşması’ kuralına bütünüyle karşı bir kurumdu. Üstelik ‘halifeler’ I. Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı boyunca emperyalistlerle işbirliği içinde olmuşlar, iç isyancıları ise varlıkları ve etkinlikleri ile desteklemişlerdir.  Osmanlı Devleti ‘Büyük Savaşa halifenin bir fetvasıyla girmişti.’  Ve ‘emperyalistler halifeliğe saldırmıyor, ama Türk halkı saldırılardan kurtulamıyordu.’Zaten Kurtuluştan sonra da son iki halife, kendilerine kul saydıkları ve sandıkları Müslümanlara güvenmemişler, yaşamlarını sürdürmek üzere Avrupa ülkelerini seçmişlerdir. Sadece cenazelerini Arap kavimlerine teslim etmişlerdir.

Türk Devriminin önder kadrosuna göre halifelik ‘geçmişin bir düşü olarak’ tarihteki yerini almalı, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğinde ‘hiçbir zaman siyasal bir erk olarak’ yer almamalıydı.

3 Mart 1924’te bu gerçekleştirildi. Halifelik kaldırıldı, Osmanlı hanedanı – kötü anıların yeni Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının geleceğini gölgelememesi ve her zaman Osmanlıyı hortlatmaya hazır bekleyenlere örnek olmaması için – topraklarımızdan çıkarıldı.

Çağdaşlaşmanın ve aklın özgürleşmesinin olmazsa olmazı olan laikliğin bütünüyle yerleşebilmesi için, çağdaş hukuk okullarından yetişen yargıçlara karşı, geleneksel hukuk sistemi içinde ‘kadılar’ yetiştiren Mekteb-i Kuzat adlı bir okulu bünyesinde barındıran, medreselere mali kaynak sağlayan Şeriye ve Evkaf Vekaleti’nin de kapatılması gerekiyordu.

3 Mart Yasalarını, hukukun, toplumun laikleşmesi, eğitimin birleştirilmesi ve bilimselleştirilmesinin, bir kişinin egemenliğinden, ona kul olmaktan kurtulup kendi kendini yöneten bir ulus olabilmesinin, yolunu açmakla kalmamış, eğitimin ‘Türkçeleşmesi’ni de sağlamıştır. Eğitim, ağdalı, öğrenmesi, konuşması, yazması zor bir dilden, her Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının kolayca konuşabileceği, kendini anlatabileceği ve kendisine söyleneni anlayabileceği bir dile sahip olmaya da başlamıştır.

3 Mart 1924 tarihi dünyanın en önemli uygarlık atılımı olan Türk Devriminin bel kemiği olan laiklik kavramının kurumsallaştığı bir tarihtir.

Ama hiçbir büyük devrim yoktur ki, eskiyen, geçerliği kalmayan ulusal ve uluslararası düşünce kurumlarının kalıntılarının direnciyle karşılaşmasın ve engellenmek istenmesin.

Büyük Atatürk, demokrasinin ta kendisi olan bu devrimlerin 15 yıl gibi kısa bir sürede kökleşmesini sağlamıştı. Ancak 1946’da başlayan ve günümüze kadar ‘sözde çoğulcu’ dönemde, ne kendi meşru varlıklarını ona borçlu olan siyasi partiler, ne bilim, öğretim kurumları, ne özerk ve bağımsız davranması gereken Cumhuriyet kurumları ve özellikle de basın, bu devrimleri yeni kuşaklara aktarmak, yetişkin kuşakların zihinlerinde hep canlı tutmak görevini yeterince yerine getirmemişlerdir.

Laikliğin, hukuktan, eğitimden, rejimden ve toplumsal yaşamdan kovalandığını görmeyerek, hala ‘laiklik tehlikede değil’ demek, sadece siyasal körlüğün değil, emanete sahip çıkmamanın, çıkmak istememenin de bir yansımasıdır. Laikliğin korunması ve kollanması, laiklik karşıtlıkları belirlenmiş, kanıtlanmış, bu özellikleri ile toplumun hafızasına kazınmış kurum ve kuruluşların artıklarıyla işbirliğine gidilerek yapılamaz. Bu tür davranışlar, laiklik, Cumhuriyet ve Devrim karşıtlarını cesaretlendirmenin, onların karşısında ‘acziyetin’ ilanından başka bir şey değildir.

Değerli Atatürkçüler;

Bugün:

*Eğitim, laiklik ve bilimsellikten uzaklaştırıldığı için ‘Hamile kadının sokağa çıkıp dolaşması ayıptır.’ ‘Altı yaşındaki bir kızla evlenilebilir’ diyen sapık düşünceli sözde bilim adamları ortaya çıkabilmiştir.

*Eğitime laik olma niteliği yitirtildiği için ‘Laiklik de neymiş?’ diyebilen bir biri başbakan olabilmiştir.

*Rejim laiklikten koparıldığı için ‘Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz’ diyen bir zevat başbakan olabilmiş ve onun ardılı olmakla övünerek‘halifeliğe’ özenen siyasetçiler ‘laik düzeni değiştireceğiz’ diyebilme cesaret ve cüretini gösterebilmişlerdir.

*Eğitimin laik ve bilimsel özelliğinin yok edilmesi sonucu, laik Cumhuriyetin laik olamayan okullarından geçen ve Osmanlı hayranı olan biri ‘Kampüs değil Külliye denmeli’ diyebilmiş, Türkçe ‘yerleşke’ sözcüğünü ağzına bile alamamıştır.

* Laik niteliği yitirtilmiş eğitimin mahsulü oldukları için, nüfusumuzun büyük çoğu ‘ karikatürler yayınlayarak’ peygamberlerine hakaret edildiği gerekçesiyle ayağa kalkarken, ‘bakara – makara’ sözleriyle Kutsal Kitapları ile dalga geçen bir bakanın varlığını–‘bizdendir’ mantığı içinde – içlerine sindirebilmektedirler.

*Hukukun laik olma özelliği ortadan kaldırıldığı için birileri çıkıp – kendilerinin bilinçli olarak yarattığı ‘türban’ konusunda –  laik yargı örgütlerinin aldığı karara karşı ‘türban konusunda mahkemenin söz söyleme hakkı yoktur. Söz söyleme hakkı din ulemasınındır’ diyebilmiştir.

*Laiklik eğitimden atıldığı için ‘RTE bizim için ikinci peygamber gibidir’ diyebilen parti il başkanları; ‘Tayyip’i üzmek Allah’ı üzmektir’ diye herze yumurtlayan ‘şair bozuntuları’; ‘Başbakanın yaptığını yapmak sünnettir’ diyebilecek kadar dini bilgilerden yoksun bakan yardımcıları; ‘Başbakanın doğduğu şehirler – kaç şehirde doğduysa artık – de mübarektir’ diyebilen bakanlar çıkabilmiştir.

*Cumhuriyetin laik değeri yok edildiği için Cumhuriyeti ‘’90 yıllık reklam arası’ diye niteleyebilen, ancak kendisinin de o laik Cumhuriyet sayesinde o mevkide olduğunu unutan, üstelik de kadın olan birisi, Atatürk’ün kurduğu mecliste milletvekili olabilmiştir.

Değerli Atatürkçüler;

Bugün, hak ve özgürlüklerin bir kez kazanıldıktan sonra vitrinde tutulacak biblolar değil, uğruna her gün, her an mücadele vermeye hazır olunması gereken değerler olduğunun göz ardı etmenin bedelinin ne denli ağır olduğunu, devletin yıkılma, ulusun bölünme, ülkenin parçalanma, özgür düşüncenin boğulma aşamasına geldiğini anlamış bulunuyoruz. Artık Atatürkçü olmak, yakamıza Atatürk rozetleri takmak, arabalarımıza Atatürk imzaları yapıştırmak, evlerimize Atatürk’lü bayraklar asmak yetmiyor. Artık hepimiz "..bayağı ve alçakça aldatmalarla hükümdarlık yapan halifeler ve onlara dini araç yapacak ölçüde alçalan yalandan ve inançsız bilginler, tarihte her zaman rezil olmuşlar, rezil edilmişler ve hep cezalarını görmüşlerdir. Dini kendi tutkularına araç yapan hükümdarlar ve onlara yol gösteren hoca sanlı hainler hep bu sona düşmüşlerdir. .. Artık bu ulusun ne öyle hükümdarlar, ne öyle bilginler görmeye katlanma gücü ve olanağı yoktur... Eğer onlara karşı benim kişisel tutumumu öğrenmek isterseniz, derim ki, ben bir kişi olarak onların düşmanıyım; onların olumsuz yönde atacakları bir adım, yalnız benim kişisel inancıma değil, o adım benim ulusumun yaşamıyla ilgili, o adım ulusumun yaşamına karşı bir kasıt, o adım ulusumun yüreğine gönderilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle aynı düşüncedeki arkadaşlarımın yapacağı şey, kesinlikle ve kesinlikle o adımı atanı tepelemektir.

  Kuşku yok ki arkadaşlar, ulus birçok özveri, birçok kan karşılığında en sonunda elde ettiği yaşam ilkesine kimseyi saldırtmayacaktır. Bugünkü hükümetin, Meclisin, yasaların, Anayasanın niteliği ve varlık nedenleri hep bundan ibarettir.

Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim: bir varsayım olarak, bunu sağlayacak Meclis olmasa, öyle olumsuz adım atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepeler, yine öldürürüm!" diyen, diyebilen bir Mustafa Kemal olmak zorundayız.

ADD Aydın Şubesinin Yönetici ve üyeleri olarak Büyük Atamıza söz veriyoruz:

“Dünya düşse peşimize, / Yer sarsılsa yerinden, / Ne senden geçeriz / Ne senin eserinden!”

Kamuoyuna saygıyla sunulur

ADD Aydın Şubesi Adına.

Kamil KOŞANER



Güncelleme Tarihi: 04 Mart 2015, 09:30

Yorum yapabilmek için üye girişi yapmanız gerekmektedir.

Üye değilseniz hemen üye olun veya giriş yapın.

SIRADAKİ HABER

banner472