banner488

ÇİNE (Bölüm – 3)

Yazın en sıcak günlerinde bile Madran Dağı’nın tepelerinden kar eksik olmaz. Bu karlar kuyularından alınıp yaz boyu taşınır durur aşağılara. Serinlik iletir dillere, damaklara, yangınlığını giderir sıcakta çalışan yüreklerin. Pekmeze bulanır, bala katık edilir. Güç verir, direnç kazandırır ovada çalışanlara. Dahası Madran, bağrından akıta geldiği kaynak sularıyla karpuz çatlatır.

Madran Baba bir yüce bilgeymiş. Gün boyu ufuklara bakar. Doğayı dinler, düşünürmüş. Düşündüklerini yoğurur bırakırmış mayalanmaya. Doruktaki bulutlar önce onun saçlarını yalanmış “deniz Yeli” onun sakalında eleklenir, tomurcuklar ona içini açar, dallar ona secde edermiş. O börtü böceklerle konuşur, çiçeklerden şifa sağlar, onmayanları ondururmuş. Ufuklarca mavi gözleri, bulutlarca aklanmış saçları, çatlamış bakır rengi yüzüyle bir derin adammış. Bu ulu kişi serin kişiymiş elindeki kar erimezmiş. Mezarı Baba Madran’ın böğrüne verdiği Çine sınırları içindedir. Her yıl çaput bağlamaya giderler. Aynı çaputlar Karaca Ahmet’in mezarına da bağlanır. Karaca Ahmet saraçmış. Ünü bütün yöreyi tutan bir hünerli kişiymiş. Diktiği mestleri, yemenileri görenin parmağı ağzında kalırmış. Ha var ha yok say ayağında, öylesine hafif, rahat ama dayanıklı. Sanki dillenirmiş yaptıkları. Hani bilinir “adam sanki konuşturuyor.” Bu da böyle, mesini, köseleyi konuşturuyormuş. İyi de kendisi pek konuşmazmış. Karaca Ahmet’te bir bilgeymiş.

Madran Baba’da duymuş Karaca Ahmet’in bilgeliğini. Varıp görmek, görüp duymak, duyup anlamak dilemiş. Dilemiş ya! Eli boş gidilmez ki! İndirmiş askıdaki sepetini Madran baba, koymuş içine Madran’ın karlarını, yaya düşmüş yollara, üç gün sonra asmış sepetini Karacanın tezgahının üstündeki çengele. Vermiş selamını, varmış eline, vermezlermiş elini Karaca. İki ulunun kucaklaşması yürekten yüreğe, gönülden gönüle olur. Karacanın gönlü serinlemiş nur dolu bu yüzü görmekle, yüreği serinlemiş sepetteki karı görmekle. “Aşk olsun Erenlere…” Karaca Ahmet sepete bakıp da yağdığı yerdeki tazeliğiyle durmakta olan karları görünce kimin kim olduğunu anlamış ve böyle geçirmiş içinden. Karaca Ahmet hemen kahve pişirmiş, karşılıklı içenken içeriye bir kadın girmiş. Körpe bir ses ile “Terlik isterim usta” demiş. Karaca usta alışık, “Sahtiyan mı olsun?...” Ölçü almak için astar bezi açılmış. Ayak, kabından çıkmış, öylece basmış, yayılmış, bir el çevresin de dolanıp kalıbını çizerken… Şalvarını az bir şey yukarı çekmiş kadın. Çekmiş de bileğinin çıplaklığı görünmüş. Karaca usta çığlığı basmış… Görmemiş. Madran baba bakmış, görmüş. Görmüşte içinde bir şeyler kımıldamış. Madran Baba’nın serinliği çözülmüş çözülmüşte ığıl ığıl süzülmüş. İşte o saat de sepetteki kar damlamaya başlamış.

“Rastgele biri değilsin. Duydum ki tek başına yaşarmışsın. Ünün dağları, taşları tutmuştur. Ve bana ayağındakini yenilemeye değil, yüreğini göstermeye geldin, hoş geldin. Velakin gördün insanlarla yaşamak başka, uzaktan erdem üretmek başka”.

Böyle demiş Karaca Ahmet. Biz o gününde bu günün de yargıcı değiliz. Ulu kişilerin üstüne konuşulur, üstünde konuşulmaz. Öyle yapmaya kalkanın, onların yüceliğine ermiş olması gerek.

Bizden aktarması. Geresi gönül işidir. Kimse gönül koymasın, efsane böyle.  


Yorum yapabilmek için üye girişi yapmanız gerekmektedir.

Üye değilseniz hemen üye olun veya giriş yapın.

banner472